Müjde Işıl – İnsanlık daha çok Hayao Miyazaki filmi izleseydi huzurlu, barışçı bir dünyada yaşar mıydık acaba? Bu soru fazla iddialı gelebilir ama evet, Miyazaki’nin filmlerinin böyle bir etkisi var kesinlikle. Çünkü onun animeleri rehabilitasyon gibi. Çocukluğunuza dönüyor, bazen mutlu oluyorsunuz, bazen gözyaşı döküyorsunuz. Hayatı sevinciyle, kaybıyla kabullenmeye razı geliyorsunuz. İzlerken kaybolup gidiyor, bittiğinde kendinizi buluyorsunuz. Ve her filmin sonunda “İyi ki Miyazaki var” diyorsunuz.
“Kimitachi wa dô ikiru ka/Çocuk ve Balıkçıl” daha izlemeden önce bile birçok açıdan dikkat çeken bir yapım. Miyazaki 10 yıl önce emekliliğini açıklamıştı. Son uzun metraj animesi “Rüzgâr Yükseliyor” bizde 2014’te vizyona girmişti. Sonra fikrini değiştirdi usta ve ‘vasiyet filmi’ olarak nitelendirilebilecek “Çocuk ve Balıkçıl”ın hazırlıklarına başladı. Yedi yılda tamamlanan anime, 60 kişilik bir ekip tarafından elle çizilerek yaratıldı. Ülkesi Japonya’da hiçbir tanıtım yapılmadan sadece halihâzırdaki afişle vizyona girmesiyle Miyazaki, filminin kendi macerasını yaşamasını, doğal akışında seyirciyle buluşmasını istemiş sanki. Hikâye, Mahito adlı bir çocuğun yas süreci ve büyüme sancıları üzerine kurulu. Annesini hastane yangınında kaybeden Mahito, savaş uçağı parçaları üreten babasıyla birlikte teyzesinin kırsaldaki evine taşınır. Babası, teyzesi ile yeni bir aile kurarken Mahito annesizliğin yasını tutar ve yeni evine, çevresine alışmaya çalışır. Bu hikâyenin Miyazaki ile ortak noktaları var. Çocukluğu 2. Dünya Savaşı sırasında, Tokyo’da bombardıman altında geçmiş Miyazaki’nin babası havacılık mühendisiydi.
Veda filmi olduğu söylenen “Çocuk ve Balıkçıl”da usta sinemacı, 82 yaşından çocukluğuna bakarken kendi mirasına da bakıyor aslında. Filmde Miyazaki ile özdeşleşmiş yalnızlık, korku, hüzün gibi başlıca temaları; dolayısıyla önceki başyapıtlarından izleri bulmak mümkün. “Inside Out/Ters Yüz” ve geçtiğimiz aylarda vizyona giren “Suzume” ile de ortak noktaları da var. Ama hepsinin ötesinde Miyazaki’nin büyülü görsel dünyası var. Daha ilk sahnede bir çocuğun yaşayabileceği en büyük kâbusla baş başa bırakıyor bizi. Annesi için alevlere doğru koşan Mahito’nun o an yaşadığı ve sonrasında zaman zaman hatırlayacağı cehennem tasviri inanılmaz. Ona yoldaşlık eden balıkçılla, ormanıyla, deniziyle, yani doğanın gücüyle hayal gücünün ortak bir Miyazaki alametifarikası çıkarıyor yine karşımıza.
Büyülü dünya
Mahito’nun öteki evren olarak da nitelendirebileceğimiz gerçeküstü macerasında ise tontonlar şeklindeki ceninlerden elinde bıçakla dolaşan muhabbet kuşlarına kadar hem hayal gücünü zorlayan hem de hayran bırakan yaratımlar var. Denizci Kiriko’nun Mahito’ya isminin ‘gerçek insan’ anlamına geldiğini ve ölüm koktuğunu söylemesi ise hikâyenin trajik gerçekliğini simgeliyor. Mahito’nun öteki evrende karşılaştığı her karakter gerçek hayattaki sorunlarıyla, kendi kişiliğiyle yüzleşmesini sağlıyor. Miyazaki yer yer karmaşık bir anlatı kursa da görsel dünyasına kapılıp gidiyorsunuz. Mahito’nun gerçek bir insan olarak yaptığı seçim, doğada olduğu gibi insan ruhundaki dengenin de önemini vurguluyor.
Miyazaki’nin önceki filmlerindeki gibi yalnızlığını yaşayarak aslında kendisiyle yüzleşen, yasla ve büyüme sancılarıyla başa çıkmayı öğrenen çocuğun hikâyesinde hüzünle birlikte huzur da bekliyor seyirciyi. Ama bu sefer belki Miyazaki’nin belli bir yaşa ulaşmasından ya da seyirci olarak bizim daha yaralı olmamızdan, kâğıt kesiği acısı bırakıyor gerisinde film. Olsun varsın, Miyazaki 90 yaşında da anime yapsın, biz razıyız kâğıt kesiklerinin acısına…